İnsan, öfkesini sadece hissedip geçmekle kalmıyor; onu derin bir nefret, intikam hırsına dönüştürüp hayatını bu duygular etrafında şekillendiriyor.
Engellenme, haksızlık, aşağılanma gibi durumlarda öfkemiz, içsel güvensizliklerimizle birleşerek alevleniyor. Sevdiği tarafından terk edilen bir insan, yaşadığı acıyı adeta kişisel bir haksızlık ve aşağılanma olarak algılayabiliyor, bu öfkeyle uzun süre boğuşarak kendini tükenmiş hissedebiliyor.
Diğerleri ise öfkesini daha kısa süre içinde atıp, yoluna devam edebiliyor. Trafikteki bir anlaşmazlıkta sadece küfür edenle, bıçaklı kavgaya karışanlar arasındaki fark, öfkenin nasıl kontrol edildiğini gösteriyor.
Öfkenin sanal ortamda hızla yayılması da ayrı bir tehlike. Araştırmalar, öfkeli sosyal medya paylaşımlarının, bir kişinin takipçilerinin takipçilerine kadar yayılabileceğini gösteriyor. Sosyal medya, öfkenin en hızlı yayıldığı yerlerden biri haline gelmiş durumda.
Peki ya öfkesini dışarıya yansıtamayanlar? Bu kişiler, sessizliğe gömülerek içsel bir çatışma yaşıyorlar. İfade edilmeyen öfke, vücutta fiziksel rahatsızlıklar olarak kendini gösterebiliyor. Ancak öfkeyi yaratıcılığa dönüştürenler, bu duyguyu sanat ve diğer yaratıcı alanlarda kullanarak dünyayı daha katlanılabilir hale getirebiliyorlar.
Kendimizi belirli gruplarla tanımladığımızda, ötekileştirici bir ayrışma yaşanıyor. Bu ayrışma, varlığımızı sürdürmek ve kendimizi ifade etmek için öfke aracı haline geliyor. Ancak, kendimizi anlamak ve varlığımızı kabul ettirmek için hiçbir kategorizasyona ihtiyacımız olmadığını unutmamalıyız. Öfke, eğer doğru şekilde yönetilirse, dünyamızı güzelleştirecek bir güç olabilir.