Tarihsel ve kültürel kökenlerimiz, kadınlara sürekli olarak “kusursuzluk” ve “itaatkarlık” yüklemiştir. Kadınlar, toplumsal kalıplara uymadıklarında acımasızca yargılanır ve cezalandırılırlar. Kadının en büyük görevi annelik ve eşlik olarak görülür ve bu rollerin kusursuz şekilde icra edilmesi beklenir. Eğer bir kadın bu beklentilere uymazsa, toplum onu dışlar, hatta kendisi bile onu eleştirir. Toplumun kendisine yüklediği bu ağır sorumluluklar altında, kadınların küçük bir hata veya kusur yapma lüksü yoktur.
Erkekler ise toplumun güçlü ve bağımsız figürleri olarak kabul edilir. Bu güç, onların hata yapma, risk alma ve hatta suç işleme özgürlüklerini daha tolere edilebilir hale getirir. Bir erkek suç işlediğinde, bu genellikle 'erkekliğin' veya güç gösterisinin bir parçası olarak değerlendirilir. Bu durum, erkekler arasında bir dayanışma ve empati duygusunu besler; suçun erkekliği yüceltme veya özdeşleştirme çabasıyla haklı çıkarılması, toplumun temel dinamiklerinden biridir.
Kadınlar ise aynı empatiyi ve dayanışmayı bulmakta zorlanır. Toplumun, kadınları belirli kalıplara sıkıştırması ve onlara sürekli olarak 'kusursuz' olma baskısı yapması, kadınların birbirlerine karşı daha sert ve eleştirici olmalarına neden olabilir. Toplumsal kodların öngördüğü kalıpların dışına çıkan kadınlar, diğer kadınlar tarafından bile dışlanabilir veya yargılanabilirler. “Madem bu mümkünse, neden ben böyle yaşadım?” sorusu, birçok kadının bu kalıpları savunarak, hata yapanları dışlamasına neden olabilir.
Toplumsal cinsiyet rolleri ve ataerkil yapıların etkisi, kadınlar ve erkekler arasındaki dayanışma biçimlerini derinden etkiler. Bu çelişkiyi anlamak ve aşmak, daha adil ve empatik bir toplum inşa etme yolunda önemli bir adım olabilir.
Bu süreçte, cinsiyetler arası önyargılardan arınmak ve her bireyi objektif bir şekilde değerlendirmek, toplumsal değişim için elzemdir. Bir kadını suçlamadan önce derin bir düşünceye dalmayı, önyargıları sorgulamayı ve toplumsal kodlardan bağımsız bir perspektifle değerlendirme yapmayı ilke edinmeliyiz. Bu, hem bireysel hem de toplumsal olarak adil bir yaklaşıma ulaşmanın ilk adımıdır.